Zaman Akarken Metal...

Aralık 2016'da Leeds Üniversitesi'nde gerçekleştirilen "Metal, Extreme Music and the Holocaust" sempozyumuna sunulan makalenin serbest Türkçe çevirisidir.

ZAMAN AKARKEN METAL...

Güçlü bir "biz" ve "onlar" karşıtlığı yaratsa da, metal esas olarak büyük bir kişisel deneyim ve onu objektif olarak anlatmaya dair her çaba, kişisel/subjektif olmaktan kaçınamıyor. Metal, metalciye tarihten, şu veya bu sosyal mevzudan bahsetse de, esas önemli olan, o tüyleri diken diken eden "güç" enjeksiyonu. Metalciyi "onlar"dan ayıran tam da bu. Günün sonunda, ya metalcisin ya da değilsin ve yıllar geçtikçe bu konuyu "onlar"la konuşmaktan vazgeçersin, ne de olsa eğer içlerinde varsa yollarını bulurlar ve yoksa, ne desen boş! Bu noktada, senin müziği dinleme tarzın ve müzikten aldığın da tamamen farklılaşmıştır. İşte bu yazı da, bir kişisel tecrübe yazısı...

Seksenlerde Ankara, gençler için birçok patika sunan, capcanlı bir yeni fikirler kazanıydı. Yine de, dedesinin soğuk, karanlık evinde yaşayan, ailesi 12 Eylül darbesiyle parçalanmış 13 yaşında bir ortaokul öğrencisi için korkutucu ve yalnız bir yerdi. İlk kez geldiği büyük şehirde aksanıyla ve kaba saba tavırlarıyla dalga geçilen, dışlanan öğrenci, bir ölüm kalım meselesiymişcesine kendisini İngilizce öğrenmeye verdi ve o sıralar bir şekilde duyduğu bir Dire Straits melodisiyle gitarın büyüsüne kapıldı. Sene 1985, "Brothers in Arms" savaşın kötülüklerinden bahsediyor. Kolejdeki akranlarının - bir yandan o pahalı Star Wars oyuncak kılıçlarını sallarken - bıktırırcasına dinleyip söylediği Modern Talking saçmalığından çok farklı. Yalnız çocuk, için, nefret ettiği bu ortamdan kaçmak için bir kapı. Kapıdan bir kez geçildi mi yürüyüş hızlanıyor ve "gerçek metal"in ilk tadı, bir toplama kasetteki Megadeth ile geliyor. Ardından Iron Maiden ve "Piece of Mind" - Hey dergisinin çok satan kasetler listesinde haftalarca bir numara.

Otuz küsür yıl sonra bile hatırlanan an, "Angel of Death"in başlangıcı ve Tom Araya'nın o kabus çığlığı. Kaset birkaç kez dönünce (iki yüzü de aynıydı) adanmışlık oluşuyor. Kimsenin bilmediği, kimsenin aldırmadğı bir müzik, sadece sana ait. Sonra, bir şekilde, kendin gibi birkaç arkadaş buluyorsun.

Seksenlerin Ankarası epey politize bir ortamdı; üç-beş metalcinin saatler süren müzik muhabbetleri de ister istemez bundan etkilenirdi. Cunta-sonrası üniversitelerde öğrenciler başlarını doğrultup polis şiddetiyle karşılanır ve düşüp düşüp tekrar doğrulurken, metalciler de ırkçılıktan, dinden, Amerikan politikalarından, açlık grevlerinden bahsederdi. Müzik tartışmalarında geride kalmamak için, fotokopiyle çoğaltılmış şarkı sözleri elden ele gezerdi. Zeki sözleriyle thrash metal, bu siyasileşmiş ortam için mükemmel bir fon müziğiydi. Öyleyse bu ortamda metal kimilerinin iddia ettiği gibi bir gerçekten kaçış değil, gerçekle yüzleşmenin müziği oldu.

Bütün o yalnız çocuklar, seksenlerin ve doksanların Türk metal camiasını oluşturdu. Batı'daki genel eğilimin aksine, çoğunluğu "ekstrem" metal dinlerdi, thrash ve death. Atmosfer öyleydi ki, hard rock veya klasik metal, "gerçek metal"e geçiş için aşılması gereken bir "çaylaklık" dönemiydi sadece. Hepimiz; en sert, en hızlı, en az bilinen grubu bulmak için adı konulmamış bir yarıştaydık.

Seksenlerin ortalarında, Amerikan rock dergisi Circus'a bir mektup yollamış (sahaflarda metal dergisi bulmanın eşi benzeri yoktur) ve bana mektup arkadaşı bulmalarını rica etmiştim. Üç isim geldi, düzenli yazışmaya başladık. Sağolsunlar bana kaset falan da yollamışlardı. Ama birkaç ay sonra üçüne de "gerçek metal dinlemelerini" tavsiye eden birer veda mektubu yolladım; Poison, Mötley Crüe, Bon Jovi muhabbeti yapmaktan gına gelmişti. Epey kaba bir tutum, doğru. Ama bizim buralarda metal böyleydi. Bu arada, "Hit Parader" dergisinin "Reign in Blood" albümüne 5 üzerinden 1 verip yerin dibine batırdığı o "muhteşem" nüshasını saklamadığıma hala hayıflanırım.

Türk metalinin politik niteliğinin en iyi kanıtı, haftalık "Şebek" dergisi olmalı. Herhalde dünyanın ilk ve tek haftalık metal dergisiydi. Abdülkadir “Aptülika'' Elçioğlu ve Şanver Ofluoğlu gibi babaların önderliğindeki Şebek'in hemen her sayısında, şu ya da bu siyasi gelişmeye dair bir şeyler okuyabilirsiniz. 1997'de yayın hayatına başlayan Şebek, yaklaşık üç yıl boyunca okuyucuya ulaşmayı başarmıştı. (Bazı eski sayılar için http://turkiyerocktarihi.com/sebek-1997_D1285.html)

Bu anlattığım metal ortamı, esas olarak ilerici bir ortamdı. Irkçılık, anti-Semitizm, en az "gerçek düşman" yobazlık kadar nefret toplardı. Gitaristi Türk olan Alman anti-faşist punk/thrash grubu Rumble Militia'yı ne kadar sevip saydığımızı hatırlatırım. Herhalde Türkiye'deki dinleyici sayısı, Almanya'dakinden daha fazlaydı. Pek çok yerli gruba da ilham vermişlerdir.

Lakin bu manzara, ülkenin bir siyasi/ekonomik krizden diğerine savrulduğu, güneydoğuda adı konulmamış bir savaşın sürdüğü doksanların sonuna doğru değişmeye başladı. Black metal, bu dönemin katmerli umutsuzluğuna cuk oturdu ve Türk metalci tipolojisi de hızla değişti. Profil seksenlerde orta sınıf, şehirli ve öğrenciydi, ama doksanların sonundan itibaren, ağabeyleri ve ablaları arabeskle büyümüş, büyük şehrin eteklerinde kırık dökük bir yaşama mahkum edilmiş, yabancılaştırılmış yoksul kesimlere yayıldı. Black metalcilerin, kendileriyle "diger metalciler" arasina keskin sınırlar çekmesi, herhalde sadece müzikal zevklere değil, bu sosyal ayrıma dair de bir durumdu. Zamanında bize milyonların çektiği acıları anlatan "Angel of Death," bu gençlere başka bir şey anlatıyordu.

Çatışmanın zirvesi 1999'da, genç bir metalci kızın sözde "şeytana kurban" olarak arkadaşları tarafından soğukkanlılıkla katledilmesi oldu. Başlatılan cadı avında siyah tişörtler gözaltı için yeterli sebep olurken, korkmuş ana-babalar çocuklarının albümlerini yakıp posterlerini yırttı... TV'ler satanizm ve metalciliğin tehlikelerine dair ipe sapa gelmez yayınlarla doldu. Şebek'in bu dönemdeki kapağı, tarihi bir cürettedir: "Her metalci satanist değildir, her satanist de katil değildir!" Bu karanlık ortam ve tetiklediği iç çatışmaların Şebek'in kapanmasında etkili olduğuna kuşku yok.

Eh, zaman geçiyor. Thrash ölmedi belki, ama pek de yaşıyor sayılmaz. Black metal olgunlaştı ama hala kışkırtıcı. Bu arada death metal, pek çok alt başlığıyla, metal tarihinin en canlı ve yaratıcı türü olduğunu kanıtladı. 2009'da Melechesh'ten Ashmedi ile Dorock'ta sohbetimizde bana, (Ortadoğu bağlamında) grubun görevinin taraf tutmak değil "ölüleri saymak" olduğunu söylemişti. Bu ifade, aslında tüm macerayı özetliyor ve "Angel of Death"in nasıl olup da farklı zamanlarda farklı gençlere farklı anlamlar ifade ettiğini açıklıyor. "Yavaş ölüm, devasa çürüme, yaşamını sıyırıp götüren banyolar" - dini vahşet, ırkçı yobazlık ve geleceğe dair umutsuzluğun hüküm sürdüğü bu dönemde, bu sözler rahatsız edici bir anlam kazanıyor. Dünya değiştiğinde, yeniden, bir tarih dersi olarak dinlenecek.

Leave a reply

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.