Parçalarının pek çoğunun adının son harflerinde r / er takıntısı olan*; (Rab) Halford, Tipton ve K.K. Downing’in başını çektiği Judas Priest genel olarak rock, kısmen de metal camiası için kült haline gelmiş bir grup. JP diskografisine baktığımızda çok büyük işler yanında kıytırık işler de görüyoruz ama 70’lerin ikinci yarısından beri faal ve bir hayli ortada olan bir grubun – hele ki söz konusu olan JP ise – zaman zaman yalpalaması, bazen ruhunu yitirmesi ve bazen de ortadan kaybolması doğal karşılanabilir. Sonuçta 30 küsür yıllık bir tarihten söz ediyoruz ki açıkçası bunca zaman sonra yeni işleriyle halen kendini milyonlara dinletebilen bir grubun önünde secdeye kapansak yeridir!
Grup özellikle 86’daki Turbo albümü ile birlikte - zamana ayak uydurayım derken – epey bir kan kaybetti. Glam’e kayan ama pop’a yaklaşan tarz, grubu fanlarının gözünde yerin dibine geçirmeye yetti diyebiliriz. Sözgelimi – grubun yüz karası olduğunu düşündüğüm – Turbo albümünden Out In Cold ve Hot For Love gibi bir-iki parçayı dinlerseniz her şey gözünüzde daha bir netleşir. JP tayfası aynı hatayı Halford’u gönderip – yine zamana ayak uydurmak adına – sertleşmeye çalıştıklarında yaptılar. Halbuki hayatın gerçeğidir; geç kalınmış bir sertleşme hiçbir işe yaramaz…
JP, Turbo’dan 2 sene sonra Ram It Down’la rock’ın özüne ve hatta biraz da ötesine geçerek ufaktan günah çıkardı ama iş işten geçmişti. (Bu albüme adını veren parça bir metal klasiğidir ve üstelik yine aynı albümde Heavy Metal adında bir parça vardır). Painkiller ise - birçoklarının konsensusa varacağı üzere - JP’e en çok yakışan albümdür. Her şey yerli yerindedir, grup gerek toplu olarak gerekse bireyler bazında doruk noktasındadır. (Painkiller ortalama bir metal dinleyicisi için baştan sona daralmadan dinlenebilen tek JP albümüdür belki de). 97’deki Jugulator’e kadar, 7 yıl boyunca, grubun neden sessiz sedasız kaldığı konusuysa fenomendir. Halford’un gidişi hep bir şeylere yorulur ama dönüşü belki de Tim “Ripper” Owens hayranlarını bile feci derecede sevindirmiştir.
Sadede geleyim; JP’in bir önceki stüdyo albümü Angel of Retribution vasattı. (Buna karşın; albümden Worth Fighting For ve Revolution gibi bir-iki parçayı halen sık sık dinlemekteyim). Albümün kapanış parçası Lochness’in özelliğiyse Nostradamus hakkında bir ipucu vermiş olması bence. Lochness hem konsept bir zemine yaslanmış, hem de senfonik bir bünyeye sahip, tıpkı Nostradamus gibi…
Albüm hakkında bilgiler netleşmeye başladığında tüylerim diken diken oldu diyebilirim. JP’in kariyerinde ilk defa bir konsept albüm hazırlığında olması sorun değildi ama konseptin Nostradamus olması benim için endişe verici bir durumdu, çünkü Nostradamus hiç de bu zamana uyabilecek bir karakter teşkil etmiyor. Her şeyden önce metafizik bir mecrada ve bugün – boşa çıkan kehanetler çerçevesinde – gülünebilecek bir karakterden bahsediyoruz. Gerçi grubun diskografisine baktığımızda gerçek anlamda toplumsal sorunlara dem vurmalar, derin felsefi anlamlar ya da siyasi göndermelere / dokundurmalara pek rastlamıyoruz; ama yine de – özellikle bir konsept albüm için – Nostradamus çok kötü bir seçim. Her şeyden önce son derece yerel kalıyor; Fransa dolaylarını, Avrupa’nın bir bölümünü ve dünyanın geri kalanında sadece kafayı metafizikle fena halde bozmuş hayli sınırlı bir kesimi ilgilendiriyor.
Konsept albüm nedir? Belli bir konuya adanmıştır ve baştan sona, bütün parçalarıyla aynı konuyu işler. Aklıma ilk gelen, nispeten güncel örnekler arasında; Blind Guardian’ın Yüzüklerin Efendisi konulu Nightfall In The Middle Earth’ü, Iced Earth’ün Spawn çizgi romanını konu alan The Dark Saga’sı, aynı grubun savaş konulu Glorious Burden’ı ve bu saydığım gruplarla hemen hemen aynı çizgideki Rebellion grubunun Viking efsanelerini konu edinmiş Sagas of Iceland’ı gibi birkaç albüm var. JP ise ilk bakışta diğer konsept albümlerinin arasında son derece zayıf kalan bir konu seçmiş: Nostradamus amca… (Bkz. Wiki Wiki). Konu edinilen karakter Michel de Nostradame gibi kahinliğiyle nam salmış bir tarihi kişilik olduğundan, haliyle, albüm genelindeki tüm şarkı sözleri “Oh, I see…” şeklinde özetlenebiliyor. Buysa ciddi anlamda trajikomik bir durum, çünkü 2 saatlik bir albüm boyunca aslında incir çekirdeğini dolduramamışsınız demek.
Sözleri göz ardı edelim; 23 parçadan oluşan albümde aslen 14 şarkı var. Gerisi araya attırmasyon mahiyetinde, kısa, tadımlık, genelde senfonik, biraz melodramik, biraz da ohafonik şeylerimsiler işte; atsan atılmaz, satsan satılmaz cinsten. Lakin, ben albümün en çok bu artık kısımlarını sevdim (ben albümü hiç sevmedim ki!). Dokunaklılar; Halford’un buruk vokalinin eşliğinde, güzel melodiler eşliğinde ve anlayamadığım birtakım şeyler eşliğinde(!), her nasılsa, insanı kalbinden vuruyorlar. Bilhassa Sands of Time ve hemen ardından gelen opera-vokal tatlandırmalı güzide şarkı Pestilence and Plague’de, kafanız da güzelse, hayatın anlamını yakaladığınız hissiyatına kapılabilirsiniz. Benzer bir durum Awakening ve onu izleyen Revelations ikilisi için de geçerli. Dikkatinizi tam da bu noktaya çekmek niyetindeyim: Ara parçalar kendilerini izleyen parçalarla bütünleştiklerinde daha bir anlam ifade ediyorlar. Burada bir çeşit sihirbazlıkla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. (Daha güçlü bir etki için albümü mümkünse parça aralarında boşluk bırakmayacak bir sistemde dinlemenizi öneririm).
Albümde çok hoş melodiler var. Lost Love gibi birkaç parçada yer yer kendinizden geçebilirsiniz, bu normal, alıcılarınızın ayarıyla oynamayın! Tipton ve Downing’in solo partisyonları, akustik gitar oyunları çok ön planda değil ve uzun uzadıya vakit çalmıyor (istisnai olarak, sözgelimi Death ve Future of Mankind’daki sololar bu kaideyi bozmuyor); yerli yerinde ve kelimelerle ifade edilemez bir ruhla çalınmış hepsi. Halford yine kelimelerle ifade edilmeyecek şekilde eşsiz ve usta vokaliyle birlikte sizi tarif edilmez yerlere sürüklüyor. Albüm genelinde yer yer piyano vs. yer yer de (örneğin Exiled’da) dijital sesler kullanılmış, fakat hiçbiri boşuna görünmüyor ve gereksiz yer işgal etmiyor. En güzeli - enteresan ama - albümde aslında öne çıkan bir parça filan yok. Başarılı bir bütünlük yakalanmış. Buna karşın, illa ki ayrımcılık yapmak istersek; diyebiliriz ki 2. parça Prophecy, 13. parça Persecution ve albümle aynı adını taşıyan 22. parça Nostradamus bilindik JP imajına daha bir uyduğundan diğer parçalar arasından sıyrılabilir.
Sorun ne? Konsept bir albüm bu, haliyle baştan sona dinlenmeli. E ama yaklaşık 2 saat süren albüm baştan sona, aralıksız şekilde dinlenebiliyor mu? Bu soruya “cık”kadanak hayır demek durumundayım. Şahsen ben yapamadım, olmadı bi’ türlü, albümü bir oturuşta baygınlık gerçirmeden (!) ya da uyuyakalmadan dinleyemedim hiç. Siz de bir deneyin, olmuyorsa da kasmayın. Ara ara dinleyin, özellikle hoşunuza giden bir şeyler varsa yazın kafaya (yazarkafa), ruh halinize denk düşen zamanlarda dinleyip kendinizden geçersiniz diye ümit ediyorum. Bir diğer taraftan – bilhassa intro’su olan parçaları ayrıca dinlemeye kalkarsanız – bazı parçalarda (War, Visions ve New Beginnings gibi) epey sıkılmanız mümkün.
Albüm genelinde eksik olan ne? Hız, güç ve enerji. Bunlar aynı zamanda JP fanatiklerinin öncelikle göz önünde bulundurdukları üç unsur. Dolayısıyla bir JP fanatiği henüz albümün başlarında şöyle düşünebilir: “Gazı kaçmış bunların!”. Judas Priest’ten kaçan o gazı bir Primal Fear’da rahatlıkla görebilirsiniz (ama onlarda da JP’deki yaratıcılığı göremezsiniz, orası ayrı). Nostradamus klasik bir rock albümü mü, metal albümü mü? Tam anlamıyla hiçbiri değil ama aynı zamanda hem bu ikisi hem de daha fazlası. Kısaca değişik bir albüm bu, anlaşılabilmesi için çok fazla kereler dinlenmeye ihtiyaç duyan türden…
*: The Ripper, Sinner, Starbreaker, Exciter, Invader, Rock Forever, Hell Bent For Leather, Grinder, Steeler, Troubleshooter, Fever, Jawbreaker, Turbo Lover, I’m A Rocker, Painkiller, Night Crawler, Jugulator, Abductor(s), Devil Digger, Bloodsucker(s), Demonizer, Hellrider…